9 Haziran 2009 Salı

Saatler, Saatçiler ve Saat Meraklıları

Eskiden erkek çocuklar Nacar veya Hislon marka bir kol saatine ancak sünnetlerinde sahip olabilirlerdi. İşportalarda bile yüzlerce çeşidinin bulunduğu dijital saatlere dönüp de bakmayan şimdiki çocuklar, bir kol saatine sahip olmanın o zamanlar ne kadar önemli ve bu küçük âletin ne kadar büyüleyici olduğunu tahmin bile edemezler.

Saat görülebilsin diye sol el çenede verilen pozlar, bugün yüzümüzde alaylı tebessümlere yol açsa da, eskiden bir çeşit statü talebini ifade ederdi.


Saatler, evlerin de en önemli eşyaları arasında yer alırdı. Kim bilir kaç nesil kulakları sadece onların sesleriyle dola dola büyümüştür. Öyle kolayca değiştirilebilen âletler olmadığı için zamanla evin adeta vazgeçilmez fertleri haline gelen saatler, arızalandıklarında ihtimamla yerlerinden indirilip saatçiye götürülürdü.


Nedense hep küçük ve loş mekânlar olarak hatırladığım eski saatçi dükkânları da bir âlemdi; duvarlarında her biri ayrı bir ses çıkaran, bazıları da saat başlarında `gong`ları, `guguk`larıyla o andaki ruh halinize göre, sizi sarakaya alan, korkutan veya neşelendiren boy boy, çeşit çeşit saatler asılı olur, tezgâhta da tamir edilmeleri için bırakılmış, bazen farklı zamanların üstüste bindiği duygusunu uyandıran masa ve kol saatleri dururdu. Elinde minicik âletler ve gözünde saatçilere mahsus tek gözlükle saatlerin çarklardan, millerden, zembereklerden oluşan karmaşık dünyasında yollarını kaybetmeden gezinen saatçi amcalar, bana hep masal kahramanları gibi görünmüştür.


Eski evlerde bitip tükenmek bilmeyen tik-taklarıyla zamanı öğüten ve sessizliği adeta çoğaltıp kesifleştiren saatlerin tahtı, önce gramofon, daha sonra radyo tarafından sarsıldıysa da, imtiyazlı yerini dijital teknoloji tarafından sıradanlaştırılıncaya kadar korudu. Rahatça satın alınabilen, değiştirilebilen, hatta çöpe atılabilen bir nesne haline gelince bütün büyüsünü yitiren saatler ister istemez edebiyattan da kovulmuş görünüyor. Hâlbuki eski yazarların duygu ve düşünce dünyasında saatin yeri, hayatımızdaki yeriyle doğru orantılıydı. Zaman, saat ve saat meraklıları, `zaman` meselesini kendine dert edinmiş bütün yazarların vazgeçemedikleri temalar ve karakterlerdir. Ne demek istediğimi Saatleri Ayarlama Enstitüsü`nü okumuş olanlar daha iyi anlarlar.


Ahmet Hamdi Tanpınar`ın romanlarında saatler, başlı başına bir araştırma konusudur. Abdülhak Şinasi Hisar`da da öyle... Fahim Bey ve Biz`de Fahim Bey`in karısı Saffet Hanım`ın saatlerle kurduğu ilişki, eski iç hayatımızın bir tarafına ışık tutar. Sinirli olduğu günlerde, büyük duvar saatlerinin işlerken çıkardıkları sesleri, hülyalarının tatlı birtakım vaadlerle mırıldanışları gibi değil, beynine vurulan çekiç ve tokmak sesleri gibi duyan hanımefendi, `başka günler ayar edip kurmaya o kadar itina ettiği bütün saatlerini, o sofadaki kuyruklu saati, o duvarda asılı çalar saatleri, o aynanın önündeki münebbihli saati ve hatta çok kere hırkasının üst mendil cebinde duran mineli, kıymetli hususi saatini, güya onlara bir ceza vermek ve onlardan intikam almak ister gibi kurmaz, onları durmuş oldukları meyus bir saniyede bırakırmış.` Açıkçası, `Saffet Hanım`ın neşesinin yerinde olup olmadığı bu kâh sallanarak safalı seslerle işleyen, kâh somurtarak sükûtla duran saatlerden belli olurmuş.`


Saatlerle fazlaca ilgili yazarlardan biri olan Refik Halit Karay`ın da, İstanbul`un Bir Yüzü adlı romanında, Tanpınar`ın Mahur Beste`deki Behçet Bey`i gibi saat meraklısı bir Paşa`sı vardır. Hiç çıkmadığı odasında duvarlar, masalar, sigara sehpaları saatlerle doludur; her biri ayrı bir sesle işleyen bu saatlerden sinirleri uyuşturan garip çıtırtı ve tıkırtılar yayılır; fakat saat başlarında guguklusu, çalgılısı, barometrelisi, çeşmelisi, şimendiferlisi hep birden çalmağa, çınlamağa başlarlar. `Üsküdar`a giderken` türküsünü söyleyen, zeybek havası çalan saatleri bile vardır. Adeta bütün sinirleri alınmış bir adam olan Paşa, başka birini korkuyla yerinden fırlatacak bu gürültüyü duymaz bile.


Refik Halit`in bir kitabına adını veren `Guguklu Saat` denemesi de çok hoştur. Bir kış günü, zengin birinin davetine katılan yazar, sıcacık salondaki duvarda asılı antika guguklu saatin yuvasından ikide bir fırlayıp davetlilerin palavralarıyla `guguk` diye alay eden acayip kuşu anlatır. Sonunda, otuz yıldan beri otuz yaşını bir türlü geçemeyen bir hanım, otuzuna yeni bastığını söyleyince sabrı taşan saatin zembereği boşanır ve yuvasından fırlayan kuş hiç susmadan `guguk`lamaya başlar.


Yazacaklarım henüz bitmedi, fakat yerim doldu! Peki, saatlerden niçin mi söz ettim? Yapı ve Kredi Bankası Vedat Nedim Tör Müzesi`nde açılan `Zamanın Görünen Yüzü: Saatler` adlı muhteşem sergiyi gezerken bunları düşündüğüm için... Türkiye`nin önemli müze ve özel koleksiyonlarındaki eserlerden derlenerek hazırlanan sergide, günü saat dilimlerine ayıran sistemin ve bunu hesaplayan `obje`nin keşfinden 1950`lere kadar geçen tarihî süreç anlatılıyor. Küratörlüğünü Şennur Şentürk`ün yaptığı serginin danışmanlığını ise Dolmabahçe Sarayı saat uzmanı Şule Gürbüz ve saat ustası Recep Gürgen üstlenmiş.

Beşir Ayvazoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder